Sen burada değildin o zamanlar. Başka bir şehre taşınmış, üniversiteye başlamıştın. Sanat okuyordun, ressam olacaktın. Belki o yıl Floransa’daydın. Sucu sevgilin Amadeo vardı belki de o zamanlar. İtalyanlara benzemeye başlamıştın. Havalıydın.
Sonra okulu bıraktın. Son senendi. Babam duvara senin yaptığın bir tabloyu asmış, herkese otuzbeşbin dolarlık tablom diye anlatırdı. İyi ki o zamanlar sen burada değildin.
Ben otururdum. O salonda günlerce haftalarca sanki yıllarca oturdum. O yıllarda annemle babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde eve ölümcül bir soğukluk yayılırdı. Kavga hiç kopmaz, fırtınalar sessiz yaşanırdı. Annem buz kesilirdi. Babam bir süre viskiyi bırakır bir kaset takar, bir plak koyardı. Müzik havayı yumuşatır, babam annemi dansa kaldırır, annem nazlanır, sonra gülerdi. Genelde öyle olurdu. Senin burada olmadığın zamanlardı.
Zamanla babam müziklerden soğudu, annem buz kraliçesi oldu, ben hep oturdum. Annemin bir katalogdan heveslenip ısmarladığı, hayalkırıklığıyla salonumuza yerleştirilen, üzerine hiç yenisini almayı denemediği o uzun üçlü koltukta, kımıldamadan oturdum. Annem uyudu, babam viski koydu, televizyonda birileri antikalara değer biçti. Ben ekrana baktım. Yüzüme hafif bir gülümseme yerleştirdim, oturdum.
Arada gözlerim babama kayardı. Baktığımı belli etmemeli, dikkati üzerime çekmemeli, anneme hiç bakmamalı, elinden düştü düşecek kumandayı fark etmemeliydim. Yoksa babam önce kalkar kumandayı almaya çalışırdı. Annem uyanır gibi olur, izliyorum, der onu geri püskürtürdü. Benim ağızımdan ufak bir sinir boşalır, kikirderdim. Gözlerimde dehşet olurdu. Sen orada olsaydın görürdün onu ama sen o zamanlar burada değildin.
Babam vazgeçer bir viski daha koyardı. Bir kadın ekranda antikalara değer biçerdi. Babam içer, annem uyur ben otururdum. Kaç saat öyle otururduk bilmiyorum. Bana şimdi yıllar gibi geliyor. O belki dört belki beş saatin geçmesini, babamın yatıp annemin derin uykulara kendini sakladığı anı beklerdim.
Yatmaya giderken babam anneme en yumuşak sesiyle seslenir, “haydi gel hanım yatalım,” derdi. Annem homurdanır, sırtını döner o küçük ikili koltukta kıvrılıp uyumaya devam ederdi. Yüzü içkiden, belki defalarca red edilmekten, belki suçluluktan, çaresizlikten, belki benim, bizim bilmediğimiz geçmişinden gelip onu boğan bir şeylerden kızarırdı, alev alev, gözlerini bana diker. “Bu kadın beni delirtecek, bu nasıl bir evlilik,” derdi. Yanıt vermemi mi isterdi, öfkesini, alevini odaya yayıp, o koltukta buz kesilmiş annemi yumuşatmasını mı isterdi, ne isterdi hiç bilmiyorum. Dizlerimi göğüsüme çekmiş, ısıtacak çoraplarla kapladığım ayaklarımı koltuk minderlerinin arasındaki boşluğa daldırmış, kollarımı dizlerime sarmış oturduğum o üçlü koltuktan ona bakardım. Sonra sırtını döner, yavaş yavaş, duvara tutuna tutuna merdivenleri çıkardı. Koridorun ışığını kapatırdı önce, sonra kapısı kapanırdı. Ekranda bu sefer bir adam genç bir çifte ev gezdirirdi. Bir süre başka bir sessizliğin içinde oturur ekrandaki odaları, evleri gezerdim. Sonra kalkıp yere düşen kumandayı annemin yattığı koltuğun yanından alır, tekrar üçlü koltuğuma geçerdim. Ne izleyeceğimi bilemezdim.
Sen olsaydın söylerdin.
Off ki ne offf… Kapıldım gittim yazının içine. İçim sıkıldı, buz gibi sessizliği, o tam ortada duran gerginliği hissettim. Ben de bekledim o koltukta, uzun, çok uzun, yıllara benzeyen saatlerce. Ve çaresizliğimi hissettim koltuk arasına sıkıştırılan ayaklarda… Nefis…